Türkiye ve komşusu Yunanistan arasında yaşanan ve çözüm bulamayan en önemli sorun Ege denizi konusunda… Bu dosya, önümüzdeki dönemin gündeminde ağırlık kazanacak. Sorunların nedenini ve Türkiye’nin bu haklı davasının kaynağını bilmek, anlamak ve anlatmak gerekiyor. Ege’yi bir “Yunan gölü” haline getirmek isteyenlerle, bu denizi bir “dostluk, barış ve kucaklaşma simgesi” olarak görmek isteyenler var.
Ayrıca Bakınız : Ege Bölgesi Haritası
Ege sorunları Türk-Yunan ilişkilerinin eksenini oluşturuyor. İki ülke arasında, karasularının genişletilmesi ve kıta sahanlığının saptanması konularında çıkan görüş ayrılıklarının temelinde, Ege denizinin, coğrafi ve jeolojik açıdan, uluslararası deniz hukukunun getirmiş olduğu genel hükümlerin uygulanmasına olanak tanımayacak özelliklere sahip olması bulunuyor. Bu kendine özgülük, Lozan Barış Antlaşması ile ilkeleri kararlaştırılan ancak henüz harita üzerinde belirlenip bir antlaşmaya bağlanmamış olan TürkYunan karasuları sınırlarının belirsizliğiyle birleşince, Ege’deki statükoyu tartışmalı ve dolayısıyla duyarlı hale getiriyor. Sorunların çözüme vardırılması çabalarında taraflara kolaylık ve anlayış birlikteliği getirecek unsur, iki ülke arasında karşılıklı güven ortamı sağlanması… Bu gerçekleşmediği takdirde, uzlaşmazlık konuları üzerinde yapılan girişimler sonuçsuz kalacağı gibi, tarafların bu sorunları hukuksal ve siyasi olmayan yollardan çözümlemeye gidebilecekleri olasılığı da gündemde yer etmeye başlıyor. Bu durum da, uzlaşmazlıkların ve ortamın katılaşmasına neden oluyor.
Türkiye’yle Yunanistan arasındaki sorunlara çözüm bulunmasının daha çok vakit alabileceği düşünülebilir. Tarafların kendi tezlerinde izledikleri katı tutumlar devam ettiği sürece, iki ülke arasındaki uzlaşmazlıklara çözüm taşımak oldukça güç bir uğraş olarak gündemde kalacak. Oysa, Ege’nin iki ülkeyi ayıran değil birleştiren bir deniz olması gerektiği görüşünü herkes vurguluyor.
KARASULARININ GENİŞLETİLMESİ SORUNU
Türkiye ve Yunanistan arasındaki uyuşmazlık konuları arasında, gerginliği bir anda tırmandırabilecek olanlardan biri, bu ülkelerin kıyıdar oldukları Ege denizinde, ulusal karasuları sınırını 6 milden 12 mile genişletme çabaları oluşturuyor.
Türkiye’yle Yunanistan arasında fiili olarak saptanan 3 millik ulusal karasuları sınırı, 1930′ların ikinci yarısından itibaren değişti. Yunanistan, 1936′da aldığı bir kararla ulusal karasuları sınırını 6 mil olarak saptadı. Türkiye ise, 1964 yılında kabul edilen 476 sayılı Karasuları Kanunu ile Türk karasularının genişliğini 6 mil olarak belirledi ve karşılıklılık esasını kabul etti.
1964′ten itibaren iki ülkenin kara suları sınırının 6 mil olarak belirlenmesinden sonra Ege’de paylaşım şöyle gerçekleşti: Yunanistan, Ege’de 300 dolayında ada ve adacıklara sahip olmasından kaynaklanan bir avantajla yaklaşık % 35, Türkiye ise % 8,8 oranında bir paya sahip oldu.
1973 yılı sonlarında, Türkiye’nin TPAO’ya, Ege kıta sahanlığında petrol arama ruhsatları vermesinden sonra Türk-Yunan ilişkilerinde karasuları ve kıta sahanlığı tartışmaları yoğunlaştı. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’yla birlikte, her iki ülke de, bu konuyu ulusal güvenlik kaygıları çerçevesinde ele almaya başladılar. Uluslararası deniz hukuk konferansları çerçevesinde karasularının 12 mile kadar genişletilebilmesi konusunda genel bir yaklaşım belirlenmişti. Yunanstan, buna paralel olarak, karasuları sınırını 6 milden 12 mile çıkaracağına ilişkin açıklamalarda bulunmaya başladı. Türkiye, bu açıklamalara oldukça sert tepkiler göstererek, bu yönde alınacak bir kararın “savaş nedeni” “casus belli” sayılacağını belirtti.
12 MİL İSTEĞİ
BM III. Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 1982′de hazırlanmasıyla Türkiye ve Yunanistan arasında Ege denizi karasuları ve kıta sahanlığı sorunu yeniden gündeme geldi ve Yunanistan, bu sözleşmeye dayanarak, ulusal karasuları sınırını 12 mil olarak belirleme hakkına sahip olduğunu ve bu hakkı zamanı geldiğinde kullanacağını açıkladı.
Bu yaklaşıma karşı Türkiye, karasularının genişliği konusunda geçerli olan tek bir genel kuralın bulunmadığını ileri sürerek, böylesine bir kuralın varlığı halinde bile, kendinin bu kurala bağlı sayılamayacağını belirtti. Ayrıca, Türkiye’nin görüşüne göre, Ege denizi, coğrafi konumu açısından kapalıyarı kapalı deniz statüsünde bulunuyor. Dolayısıyla, bu denizde karasuları belirlenirken bu yapının göz önünde bulundurularak hareket edilmesi, sınırların, kıyıdar ülkeler arasında yapılacak görüşmelerle belirlenmesi gerekiyor.
Yunanistan’ın Ege’de karasuları sınırını 12 mile genişletme kararının gerçekleşmesi halinde ortaya oldukça dengesiz bir paylaşım oranı çıkacak: Yunan karasuları % 60,33, Türk karasuları yaklaşık % 9 olacak. Bu dağılım içerisinde, Ege’de uluslararası antlaşmalarla Yunanistan’a devredilmemiş ada, adacık ve kayalıkların karasuları % 10,65, uluslararası sular veya açık deniz olarak kalan bölgenin oranıysa yüzde 20,02.
Ege’de karasuları sınırının 12 mile genişletilmesi halinde, bu bölgede devletlerin egemenlik hakları açısından da bazı değişiklikler yaşanacak, Türkiye açısından ulusal kıta sahanlığı olarak kabul edilen bölgeler Yunan karasuları içerisinde kalacak ve Türkiye bu bölgelerde hak iddia edemeyecek. Ege denizinin büyük bir bölümünün Yunan ulusal karasularını oluşturması ve uluslararası sular sayılabilecek bölgelerin Yunan karasularıyla çevrili olması, Türkiye’nin olduğu kadar, bu sulardan yararlanan diğer devletlerin de uluslararası sulardan yararlanma haklarını “zararsız geçiş” hakkına dönüştürecek. Karasularının 12 mil olarak belirlenmesi durumunda Ege denizinin ulusal hava sahası da buna bağlı olarak genişleyeceğinden, Türkiye’nin Ege üzerindeki askeri uçuşları, hava ve deniz tatbikatları gerçekleşemeyecek. Türkiye, Ege balıkçılığında da ekonomik ve ticari kayıplara uğrayacak.
HUKUKİ VE SİYASİ GEREKÇELER
Türkiye ve Yunanistan arasındaki bu uyuşmazlıkta tarafların ileri sürdükleri bir dizi hukuki ve siyasi gerekçeler bulunuyor.
Kıyıdar bir devletin ulusal karasuları sınırını saptama hakkı, BM III. Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 3. maddesinde ele alınıyor: “Her devlet karasularının genişliğini belirleme hakkına sahiptir. Bu genişlik, işbu sözleşmeye göre tespit edilen esas hatlardan itibaren 12 deniz milini geçemez.”
Yunanistan, bu maddeye dayanarak, “kendi iç hukukunu ve bağımsız iradesini kullanarak” karasuları sınırlarını 6 milden 12 mile çıkarabileceğini ileri sürüyor.
Türkiye ise, BM sözleşmesinin bu hükmünün 12 mil genişliği bir “üst sınır” olarak kabul ettiğini savunuyor. Bu bağlamda, söz konusu hükme dayanarak karasuları genişliğini belirleme hakkını kullanan bir devletin bu uygulaması, aynı zamanda uluslararası bir nitelik taşıyor. Nitekim, Uluslararası Adalet Divanı’nın almış olduğu bir karara göre, “Deniz alanlarının sınırlandırılmasının her zaman uluslararası yönü vardır. Bu, sadece sahildar devletin iç hukukunda açıklandığı biçimiyle, onun iradesine bağlı olamaz. Her ne kadar tek sahildar devletin bunu gerçekleştirme yetkisine sahip olması nedeniyle sınırlandırma işlemi zorunlu olarak tek taraflı bir işlem ise de, buna karşılık, bu sınırlandırmanın üçüncü devletler bakımından geçerliliği uluslararası hukuku ilgilendirmektedir.”
Yunanistan Ege’de ulusal karasuları sınırlarını 12 mile çıkarırsa, Türkiye, uluslararası hukuka dayanarak bu uygulamayı tanımama hakkına sahip. Türkiye’nin Yunan tavrı karşısında yanıtı belli ve Yunanistan’ın bu yönde alacağı bir kararı Ankara’nın kabullenmesi beklenemez. Türk tavrı bir “teamül” oluşturuyor.
Yunanistan’a göre, BM III. Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 3. maddesinde belirtilen 12 mil sınırı, giderek bütün devletler tarafından kabul gören bir “uluslararası hukuk genel hukuk kuralı”, “teamül” (yapılageliş kuralı) oluşturuyor.
Türkiye’ye göre ise, BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nde karasuları sınırının azami 12 mil olabileceğine ilişkin bir kuralın bulunmasına karşın, pratik uygulamada devletler, ulusal karasularını belirlerken farklı genişlik kriterleri saptıyorlar. Örneğin, 20 devlet 3 mil, 2 devlet 4 mil, 4 devlet 6 mil, 81 devlet 12 mil, 1 devlet 15 mil, 1 devlet 20 mil, 2 devlet 30 mil, 2 devlet 35 mil, 4 devlet 50 mil, 1 devlet 70 mil, 1 devlet 100 mil, 1 devlet 150 mil ve 13 devlet ise 200 mil genişlikte ulusal karasuları sınırlarına sahip bulunuyor. Uygulamadaki bu farklılıklara karşın, 12 millik kural üzerinde belirgin bir yoğunluğun bulunması, bu kuralın bir teamül (yapılageliş) oluşturup oluşturmadığı tartışmalarını gündeme getiriyor. Bu kabul edilse dahi, kural olarak Egedenizi için Türkiye’ye ileri sürülmesi, Türkiye tarafından istikrarlı olarak reddediliyor.
YUNAN GÖLÜ
Ege denizinin statüsüne ve hakkın kötüye kullanılamayacağı ilkesine göre, Yunanistan’ın Ege’de ulusal karasularını 12 mile genişletmesi, Türkiye’nin bu denizdeki kıta sahanlığı haklarını ortadan kaldıracağı gibi, bu denizden yararlanırken dayanmış olduğu ekonomik, ticari, askeri ve siyasi egemenlik haklarını da sınırlandıracak, Ege’yi adeta bir “Yunan gölü” haline dönüştürecek. Bu tür bir davranış, “hakkın kötüye kullanılması”, “suistimal” olacak.
HAVA SAHASI VE FIR SORUNU
Ulusal hava sahasının genişliğine ilişkin tartışmalar da, 1974 sonrasında Türk-Yunan ilişkilerinin gündeminde sıklıkla yer alan bir konu.
Bu tartışmalar, özellikle, Yunan ulusal karasularının genişliğiyle hava sahasının genişliği arasındaki farktan kaynaklanıyor. Uluslararası hukuk kuralları, devletlerin egemenliklerine ilişkin hakları düzenlerken, “bir devletin egemenliğinin, ülkesek toprakları, bu topraklara kıyı oluşturan karasuları ve bütün olarak, bu bölgeler üzerindeki hava sahasını kapsadığını” hükme bağlıyor. Yani bir devletin karasuları sınırıyla ulusal hava sahasının genişliği aynı olmak zorunda ve devletin bu alanlar üzerinde egemenlik hakları bulunduğu kabul ediliyor.
Günümüzde Yunanistan’ın Ege denizindeki ulusal karasularının genişliği 6 mil olmasına karşın, ulusal hava sahasının genişliği 10 mil olarak iddia ediliyor. Uluslararası hukukun saptadığı kurallara aykırı olan bu uygulama, Türk-Yunan ilişkilerini 1974′te etkilemeye başladı.
Ege denizine ilişkin uygulamalarda iki ülke arasındaki görüş ayrılıkları, özellikle 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra, hem Yunanistan, hem Türkiye’nin ulusal çıkarlar açısından duyarlı davranmalarına neden oluyor. Türkiye, 1944 Chicago Sözleşmesi’ne dayanarak, Yunanistan’ın, karasuları sınırları ötesine taşan bir ulusal hava sahası saptayamayacağı görüşünü ileri sürüyor. Bu görüşe göre, bir devletin egemenliği ancak karasularının üzerindeki hava sahasının genişliğine bağlı olarak görülebilir. Dolayısıyla, Yunanistan’ın 6 mil olan karasuları, kendisine ancak 6 millik bir hava sahası sağlıyor ve bu alan dışında kalan bölge bütünüyle uluslararası hava sahasını oluşturuyor.
Gerçekten, uluslararası hukuk bir kıyı devletine farklı amaçlar için farklı genişlikte karasuları ilan etme hakkı tanımıyor. Karasularıyla hava sahası arasında bir özdeşlik olması ilkesinden söz edilebilir. Bu şekilde, 1958 Cenevre Açık Deniz Sözleşmesi’nin 2. maddesi ve 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 87/1/B maddesi, açık deniz üzerindeki hava sahasında uçuş serbestliği öngörüyor. Aynı şekilde, Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü (ICAO) Konseyi, Nisan 1948′de aldığı bir kararla, açık deniz üzerindeki hava sahasında yalnızca açık deniz rejiminin geçirli olduğunu kabul etmiş bulunuyor.
FIR
Türkiye ve Yunanistan arasında hava sahasına ilişkin önemli bir diğer tartışma ise, Ege denizi üzerindeki sivil havacılığın güvenli bir şekilde yürütülmesini sağlayacak yükümlülüklere ilişkin. 1944 yılında Chicago Sözleşmesi’yle ICAO (Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü) kuruldu. Bu sözleşme çerçevesinde, sivil havacılığın güven içerisinde sürdürülmesi için, “uçuş bildirim bölgeleri”, “FIR” olarak adlandırılan “denetim alanları” oluşturuldu.
Ege denizi üzerindeki FIR sorumluluğu, ICAO’nun 1950′de, İstanbul’da düzenlediği bir toplantıda belirlendi. Bu düzenlemeye göre, Ege üzerinde uçan uçakların uçuş sırasında bilgileri Atina’ya vermeleri ve ancak Türk karasularına girdikten sonra bilgileri İstanbul’a aktarmaları kararlaştırıldı.
Bu uygulamalara 1974 yılına kadar devam edildikten sonra, Kıbrıs Barış Harekatı iki ülke arasında bir savaş riskini gündeme getirdiğinden, Türkiye, Ege’den gelecek bir sürpriz saldırıyla karşılaşmamak için, 685 sayılı notam ile Ege ve Akdeniz’i tehlikeli bölge ilan etti ancak harekatın bitmesiyle bu notam kaldırıldı. Buna karşın, Türkiye, 1974 tarihinde yayımlanan 714 sayılı notam ile Ege denizindeki FIR sorumluluk bölgelerini kuzey-güney doğrultusunda bir çizgiyle ikiye ayırdı ve bu çizgiye yaklaşan bütün uçakların uçuş bilgilerini İstanbul’a vermeleri gerektiğini bildirdi. Yunanistan, bu durumda, 1066 ve 1152 sayılı notamlarını yayımlayarak Ege denizini bütünüyle tehlikeli bölge ilan etti ve bölgeyi uçuşlara kapattı. Konuya ilişkin görüşmeler 1980 yılına kadar herhangi bir çözüme ulaşmakta başarısız kalırken, Türkiye, 1980′de 714 sayılı notama son verdiğini açıkladı, daha sonra Yunanistan da notamlarını geri çekti ve bölge tarafiğe yeniden açıldı.
Eylül 1980′deki bu gelişmeler, konunun çözümlendiğine ilişkin iyimser bir hava yaratmakla birlikte, özellikle askeri uçuşlar ve tatbikalar sırasında Türk savaş uçaklarının, Yunanistan’ın 10 mil olduğunu iddia ettiği hava sahasında, buna karşı çıkan Türk görüşlerini destekler bir yöntem olarak sık sık uçmaları, iki ülke arasında beklşenilen yumuşamayı olumsuz etkiledi. NATO tatbikatları ve Türkiye’nin ulusal tatbikatları sırasında askeri uçakların uçuşlarını 10 millik kısımda sürdürmeleri, Yunanistan’ın bu bölgedeki NATO tatbikatlarına katılmayı reddetmesine yol açarken, bu tatbikatlara katılan Türkiye dahil tüm müttefikler Atina tarafından protesto edildi.
UZLAŞMA ARAYIŞLARI
Ulusal hava sahasının ihlal edildiğine ilişkin Yunan iddiaları ve Türkiye’nin bunları reddi sorunu gündemde tutarken, iki ülke arasında başlatılan Davos süreci çerçevesinde, 3-4 Mart 1988 Brüksel Ortak Bildirisi çıktı: “İki başbakan, dışişleri bakanlarının gözetimi altında, ulusal askeri tatbikatların yürütülmesi ve askeri uçakların uçuşlarıyla ilgili sorunları incelemek üzere, diplomatlardan ve askeri uzmanlardan oluşacak siyasi komiteye bağlı bir alt komitenin mart ayı içerisinde toplanmasını kararlaştırdılar.”
Bu doğrultuda yapılan çalışmalar sonunda, 24-27 Mayıs 1988 tarihleri arasında, Türk Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz başkanlığındaki bir heyet Atina’yı ziyaret etti ve “Atina Mutabakat Muhtarası”nın imzalanması kararlaştırıldı. Bu mutabakatla taraflar, birbirlerinin egemenliğine, toprak bütünlüğüne ve Ege’nin açık deniz alanlarını ve uluslararası hava sahasını kullanma haklarına saygı gösterilmesi yükümlülüğünü dile getirdiler. Açık deniz alanları ve uluslararası hava sahasında ulusal faaliyetler yürütülürken, uluslararası belge, kural ve yönetmeliklerde öngörülen çerçevede, deniz ve hava trafiğine müdahele etmemeye özen gösterme kararı alındı.
Günümüz koşullarında her iki ülke de ulusal yaklaşımlarını korumakla birlikte, Ege denizindeki turizm faaliyetlerinden mümkün olduğunca yararlanmak amacıyla, Türkiye’nin batı ile hava yolu bağlantıları da düşünülerek, sivil havacılığıa ilişkin uçuşlar konusunda belirgin bir yakınlaşma görüldü ancak bu duyarlılık, askeri uçuşlar ve tatbikatlar sırasında sertleşmeye dönüşebiliyor.
ADALARIN SİLAHSIZLANDIRILMASI SORUNU
Uluslararası anlaşmalar Ege adalarını üç kategoriye ayırıyor:
1. Boğazönü adaları: Yunan adaları Limni ve Semadirek ile Türk adaları İmroz ve Bozcaada, Lozan Barış Anlaşması’nın 4. maddesiyle askerden arındırıldı. Semadirek ve Limni, aynı anlaşmanın 12. maddesiyle silahsızlandırıldı.
2. Kuzeydoğu ve Orta Ege adaları: Midilli, Sakız, Sısam ve Nikarya, Lozan Anlaşması’nın 12. maddesiyle askerden arındırıldı. 13. madde gereğince, bu adalarda ancak polis ve jandarma bulundurulabiliyor, deniz üssü ve istikham kurmak yasaklanıyor.
3. Onikiadalar: 1923′te, Lozan’da, Boğazönü ve Orta Ege adaları için belirlenmiş olan statü 1947′de, Paris Anlaşması ile onikiadaya da bağlandı. Paris Barış Anlaşması’nın 14. maddesi gereğince, söz konusu 14 Yunan adası üzerinde, ancak asayişi sağlayacak kadar kuvvet bulundurulabiliyor.
Bu anlaşma hükümlerine rağmen Yunanistan, 1960 yılından başlayarak söz konusu adaları silahlandırıyor ve bunu, diğer devletlerle yaptığı ortak askeri tatbikatlar kapsamına aldırmaya ve hatta NATO planları içine sokmaya çalışarak hareketine meşruiyet kazandırmak istiyor.
Türkiye, ilk tepkisini 29 Haziran 1964 tarihinde verdiği notayla gösterdi, Yunanistan ise yanıtında silahlandırmayı inkar yöntemini seçti. Bu konuda notalar ve inkar yanıtları 1974 yılına kadar sürdü, daha sonra Yunanistan silahlanmayı aleni hale getirdi.
Yunanistan’a göre, bu anlaşmaların yapıldığı dönemin koşulları köklü bir şekilde değişti ve “Koşullar değişince anlaşmalar da değişir” ilkesi gereğince, adalar üzerindeki sınırlamalar kalktı. Ayrıca, 1936′da Boğazlar tekrar silahlandırıldı. Boğazlar için geçerli olan koşul değişikliği Yunan adaları için de geçerli…
Oysa, koşulların artık geçerli olup olmadığı hususunun yargı veya hakemlik yoluyla saptanması gerekiyor. Nitekim, Türkiye, Boğazları, Montrö’de bu yöntemle silahlandırdı. Yunanistan’ın ise başvurusu olmadı.
Yunanistan’ın diğer bir iddiasıysa, Boğazları silahtan arındıran Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin yerine 1936′da Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin geçerek buraların yendien silahlandırılmasına izin verdiği, bu çerçevede Limni ve Semadirek adalarının da tekrar silahlandırılabileceği yönünde…
Montrö Sözleşmesi’nin başlangıç bölümünde, sözleşmenin iki amaca yönelik bulunduğu ve bu amaçların da, Boğazların geçiş rejimini düzenlemek ve Türkiye’nin güvenliğini sağlamak olduğu belirtiliyor. Oysa sözü edilen iki Yunan adasının silahlandırılması Türkiye’nin güvenliğiyle değil, tehdit edilmesiyle ilgili… Kaldı ki, sözleşmeye ekli protokol, yalnızca Türkiye’nin Boğazlar bölgesini yeniden silahlandırabileceğini söylüyor. Diğer taraftan, Montrö Sözleşmesi, Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ni tümüyle sona erdirmiş bile olsa hâlâ yürürlükte olduğundan kuşku bnulunmayan Lozan Barış Anlaşması’nın 12. maddesi var. Söz konusu madde, Yunanistan’a Limni, Semadirek, Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya adalarının askerden arındırılması yükümlülüğünü getiriyor.
Yunanistan, ayrıca, Türk tarafının 1947 Paris Barış Anlaşması’na taraf olmaması nedeniyle bu anlaşmanın Türkiye için hak ve yükümlülük doğurmayacağını iddia ediyor. Türkiye ise, söz konusu genel nitelikli ilkenin iki istisnası olduğunu söyleyerek itiraz ediyor. Birinci istisna, “objektif statü” durumu… Uluslararası su yolu üzerinde olduğundan, onikiadanın statüsü birçok yazar tarafından objektif statü sayılıyor, yani imzacı olmayan devletleri de bağlıyor. İkinci istisna, bir antlaşmada kabul edilen hak ve yükümlülükler sonucu, bir üçüncü devletin başka bir anlaşmayla bağlanması durumu… 1947 Paris Barış Anlaşması’ndan beri BM ve NATO kuruldu, iki ülke bu kurumlar bünyesinde müttefik oldu, ortak güvenlik sistemine girdi.
Bu konuda bugün gelinen nokta şöyle: Yunanistan, söz konusu adaları NATO planlarına ve tatbikatlarına dahil ettiremedi. Atina, diğer konulardaki yaklaşımının aksine, Ege adalarının silahlandırılması konusunu Uluslararası Adalet Divanı’na götürmeyi kabul etmiyor. Buna neden olarak, 1993 yılında, Adalet Divanı’nın yargı yetkisine, Divan Statüsü’nün 36/2 maddesi gereği koyduğu çekincede belirttiği, Divan’ın milli savunma ile uyuşmazlıklardan ayrı tutulma görüşünü ileri sürüyor. Buna karşı Türkiye, sahip olduğu sağlam dayanaklar çerçevesinde konuyu başta NATO olmak üzere uluslararası camiada canlı tutuyor ve devamlı girişimlerde bulunuyor.
KITA SAHANLIĞININ SAPTANMASI KONUSU
Ege denizi kıta sahanlığı konusu, Türkiye ve Yunanistan ilişkilerini etkilemesi açısından yakın bir geçmişe sahip. Ege’de, 1960′ların başlarından itibaren Yunanistan’ın sismografik araştırmalar ve petrol arama faaliyetleri yürütmesine karşın Türkiye’nin, 1 Kasım 1973 tarihinde, Ege’nin 27 bölgesinde TPAO’ya petrol arama izni vermesi, ilişkilerde yeni bir uyuşmazlığa yol açtı. Yunanistan, 7 Şubat 1974 tarihinde Türkiye’ye verdiği bir notayla durumu protesto etti ve TPAO’nun arama yapacağı bölgelerin kendisine ait bulunan Semadirek (Samothrace), Limni (Lemnos), Midilli (Lesbos), Bozbaba (Aya Evstratios), Sakız (Chios), Ipsara (Psara) ve Antipsara adalarının batısında yer alan deniz yatakları olduğunu, buralarda Yunan hükümetinin hükümranlık haklarının bulunduğunu bildirdi. Kıta sahasının sınırlandırılması konusunda ise, Yunanistan, 1958 Cenevre Sözleşmesi’nin 6. maddesinin birinci paragrafına göndermede bulunarak, kıyıları karşı karşıya bulunan devletler arasında yapılacak bir kıta sahanlığı sınırlandırmasında ortay hat kuralının paylaşımda eşitliği sağlayacak kural olduğunu iddia etti. Atina’nın bu notasına yanıt olarak Türkiye’nin 27 Şubat 1974′te verdiği notada, TPAO’ya araştırma izinleri verilmeden önce uluslararası hukuk kuralları ve yasal koşulların dikkatle incelendiği, 1958 Cenevre Sözleşmesi ve Kuzey Denizi kıta sahanlığı sorununda Uluslararası Adalet Divanı’nın vermiş olduğu kararın dikkate alındığı belirtildi.Türkiye, bu notasında, kıta sahanlığı sorununa hukuksal ve siyasal yaklaşımını dile getirdi ve tezlerini açıkladı. Türk görüşüne göre, söz konusu hükümlerden hareket edildiğinde, Ege denizinin yatağında yapılacak olan bir jeomorfolojik araştırma, Anadolu’nun doğal uzantısını oluşturan Türk kıyılarından itibaren deniz altı alanlarının küçük derinliklerde uzanmakta olduğunu gösterecektir. Bu nedenle, Türk kıyılarının yakınında bulunan Yunan adalarının Anadolu’nun doğal uzantıları üzerinde yer almış olmalarından dolayı kendilerine özgü bir kıta sahanlıkları olamaz. Ayrıca, Türkiye, bu notasında kıta sahanlığının sınırlandırılması için uygulanacak hukuk kuralının, eşit uzaklık kuralı olduğunu kabul edemeyeceğini bildirdi. Aksine, kıyıları karşılıklı iki devlet arasında kıta sahasının sınırlandırılmasındaki esas kural, eşit uzaklık değil, devletler arasında bir anlaşmanın sağlanması… Cenevre Sözleşmesi’ne ve Uluslararası Adalet Divanı’nın vermiş olduğu kararlara göre eşit uzaklık kuralı,anlaşmaya varılamıyorsa ve özel koşullar başka bir sınırlandırmayı haklı göstermiyorsa, üçüncü bir seçenek olarak gösteriliyor. Bununla birlikte, iki ülke arasında kıta sahanlığının sınırlandırılmaısna ilişkin olarak şimdiye kadar bir girişimde bulunulmadı. Buna karşın, Yunan hükümeti, gönderdiği notasında da belirtmiş olduğu gibi, yaklaşık 15 yıldan beri Ege denizinde petrol arama izinleri dağıtıyor.
Türkiye’nin görüşüne göre, Uluslararası Adalet Divanı’nın almış olduğu kararlara ve Cenevre Sözleşmesi hükümlerine göre adalar, sınırlandırmada ikincil bir öneme sahip bulunuyor. Hem adalar hem de Ege denizinin bütünü, tipik bir “özel durum” oluşturuyor. Bu nedenle, uluslararası deniz hukuku kurallarına başvuruda bulunmak için uygun bir şekilde görüşmelere başlamak gerekiyor.
İki ülke arasında gerçekleşen bu nota değişimlerinden sonra taraflar karşılıklı olarak birbirlerinin yaklaşımlarından haberdar olmuş oldular. Yunanistan, 24 Mayıs 1974 tarihinde verdiği bir başka noyayla, 1958 Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi’nin karara bağlamış olduğu pozitif hukuk kurallarına dayanarak, Türkiye ile Yunanistan arasında yapılacak bir sınırlandırmaya karşı olmadığını açıkladı. Türkiye, 5 Haziran 1974 tarihinde Yunanistan’a verdiği notayla, bu yaklaşımı olumlu karşıladığını, soruna çözüm bulunabilmesi için, sorunun önem ve aciliyeti de dikkate alınarak, Yunanistan tarafından belirlenecek bir tarihte yapılacak olan görüşmelere katılmaya hazır olduğunu bildirdi.
İki ülke arasındaki nota değişimleri sürerken, konuya ilişkin görüşmelere başlanması için uzlaşma sağlandı. Bakanlar düzeyindeki ilk toplantı, 17-19 Mayıs 1975 tarihinde, Roma’da gerçekleşti. Türk ve Yunan başbakanları, 31 Mayıs 1975′te, Brüksel’de bir araya geldiler ve bir ortak bildiri yayınladılar. Brüksel Bildirisi, ilerleyen tarihlerde iki ülke tarafından farklı yorumlandı. Yunanistan, bu bildiriyle, iki ülkenin Ege denizi kıta sahanlığı sorununu Uluslararası Adalet Divanı’na götürmek için görüş birliğine vardıklarını ileri sürerken Türkiye, konunun görüşmeler yoluyla çözümlenmesi için gereken adımların atılmadığında ısrarlı oldu.
Türkiye ile Yunanistan arasında sürdürülen nota değişimleri sonrasında görüş ayrılıkları giderek belirginleşti. Taraflar, bir yandan notalarla görüşlerini açıklama yoluna giderken, bir yandan da soruna ilişkin uzmanlar düzeyinde bir dizi görüşme yapıldı ama sonuç alınamadı.
31 Ocak 1976′da, iki ülke temsilcileri arasında yapılan Bern görüşmelerinin sonuçsuz kalmasından bir süre sonra iki ülke arasındaki ilişkileri gerginleştiren yeni olaylar yaşandı. Temmuz ayı içerisinde, Türkiye’de, Ege denizinde araştırmalar yapılacağı ve bunun için araştırma gemisinin (Hora/MTA Sismik I) hazırlanmakta oluşuna ilişkin haberlerin yaygınlık kazanması, iki ülke arasındaki uyuşmazlığı tırmandırdı.
Türkiye’nin, 6 Ağustos 1976 tarihinden itibaren MTA Sismik I gemisini Ege denizine göndererek sismik araştırmalara başlaması, Yunanistan’ın şiddetli tepkisine yol açtı. Atina’nın, Ege denizinde yapılacak olan araştırmaların kendi iznine bağlı olduğunda ısrar etmesi, araştırma gemisinin izleyeceği rotanın önceden kendisine verilmesini istemesi, bu gemiyi askeri gözetimde bulundurmakta ısrarlı olması, görüşmelerin çıkmaza girmesine yol açtı.
Türkiye’nin Ege’de araştırma çalışmalarına devam etmesi karşısında Yunanistan bir yandan Türkiye’yi protesto ederken, bir yandan da BM Güvenlik Konseyi ve Uluslararası Adalet Divanı’na başvurarak şikayette bulundu.
BM Güvenlik Konseyi, 24 Ağustos 1976 tarihinde, ABD, İngiltere. Fransa ve İtalya’nin sundukları bir karar tasarısını kabul ederek, Türkiye ve Yunanistan’ı, aralarındaki uzlaşmazlığı, BM ilkelerine uygun yöntemleri dikkate alarak, doğrudan görüşmelerle çözümlendirmeleri tavsiyesinde bulundu. İki ülke arasında görüşmeler sürecini kolaylaştırmak amacıyla, mevcut gerginliğin azaltılması yönünde tarafların ellerinden gelen bütün çabayı göstermeleri istendi.
BM Güvenlik Konseyi, kabul ettiği karar tasarısıyla, uyuşmazlığa taraf olan Türkiye ve Yunanistan arasında bir tercih yapmaktan kaçındı, bir yandan tarafların uzlaşmazlığı doğrudan görüşmeler yoluyla çömzmelerini önerirken, diğer taraftan da, uyuşmazlığın giderilebilmesinde Uluslararası Adalet Divanı’nın olası katkılarının dikkate alınması çağrısında bulundu.
Yunanistan, BM Güvenlik Konseyi’ne başvurusunun yanısıra, aynı gün, Uluslararası Adalet Divanı’na da başvurmuştu. Atina:
A) Diğer hükümetin izni olmadan ve bu davada Divan’ın kesin kararı olmaksızın Türkiye’nin araştırma izni ve ruhsat vermesinden; adalara bitişik bölgelerde veya anlaşmazlık konusu olan kıta sahanlığı bölgesinde her tür araştırma ve arama işlemlerinden kaçınılmasını,
B) Taraflar arasndaki barışcıl ilişkileri tehlikeye düşürebilecek daha ileri askeri önlem ve davranışlardan kaçınılmasını…
öngören ihtiyati tedbir kararı alınmasını istedi.
Uluslararası Adalet Divanı, Yunanistan’ın bu istemlerini öncelikli olarak ele aldı ve 11 Eylül 1976 tarihli kararında, tartışma konusu olan alanlarda girişilecek araştırma işlemlerinin, tarafların sahip olmadıkları hakların doğumuna veya sahip oldukları hakların yitirlmesine yol açmayacağını belrttikten sonra, Türkiye tarafından yapılan sismik araştırmaların deniz yatağı ve toprak altına, doğal kaynaklara zarar verecek nitelikte olmadığını, kaynakların kullanılması ve tahsisi gibi bir işlemin yapılmadığını dikkate alarak, olayda, dava konusu haklara giderilmesi olanaksız bir zarar verilmesi tehlikesi bulunmadığını kararlaştırdı.
Bilgi : Tatil Rehberi sitemizin uygulaması yayınlandı.
Uluslararası Adalet Divanı’nın bu kararını açıklamasının ardından, Divan, Yunanistan’ın başvurusu sırasında belirtmiş olduğu, Türkiye ve Yunanistan arasındaki kıta sahanlığı sınırının saptanmasına ilişkin istem konusunda ise, sorunun esasını incelemeden önce, bu davaya bakmakta yetkili olup olmadığını saptamak gereği duydu ve taraflardan yetki konusundaki görüşlerine açıklık getirmelerini istedi. Görüş bildirimlerinden sonra Divan, 19 Aralık 1978 tarihinde, Yunanistan’ın tek taraflı başvurusuyla açılan, Ege denizinin kıta sahanlığının sınırlandırılmasına ilişkin davada kendini yargılama yetkisine sahip görmedi ve davayı 12 oya karşı 2 oyla reddetti.
Yunanistan ve Türkiye arasında ortaya çıkan bu gerginlik, BM güvenlik Konseyi ve Uluslararası Adalet Divanı kararlarından sonra yeni bir boyut kazandı. Gerginlik sürerken taraflar arasında görüşmeler yeniden başlatıldı.
İlk toplantı, ekim ayında, Türk ve Yunan dışişleri bakanlarının New York’ta buluşmasıyla gerçekleşti. Bakanlar, Ege denizi kıta sahanlığının iki ülke arasında sınırlandırılması amacıyla ayrıntılı görüşmelere gitmek ve Ege denizi üzerinde hava trafiğinin yeniden başlatılmasına ilişkin bir ilke üzerinde anlaşmak üzere Bern ve Paris’te yeniden bir araya gelmeyi kararlaştırdılar.
Çalışmaların devamında, 10-11 Mart 1978 tarihlerinde, Montrö’de ve 29 Mayıs’ta Washington’da bir araya gelen iki devlet başbakanları Ecevit ve Karamanlis, müzakerelere dışişleri genel sekreterleri düzeyinde devam edilmesini kararlaştırdılar. Bu bağlamda, Ocak 1979′da Viyana’da, Şubat 1979′da Ankara’da yapılan görüşmelerden sonuç alınamadı.
Türk-Yunan ilişkileri açısından, kıta sahanlığı sorununun yeniden gündeme gelerek ilişkilerde gerginliği arttırıcı rol oynamaya başlaması, 1980 sonrasında Türk-Yunan dış politika stratejileriyle yakından ilgili. 1980 sonrası dönemde, kesilen ikili görüşmeler bağlamında, Türkiye ve Yunanistan arasında kıta sahanlığı konusunda ortaya çıkan en önemli gerginlik, 1987 başlarında Yunaistan’ın, Bern Anlaşması’ndan doğan yükümlülüklerini geçersiz sayarak, Ege denizinde yeniden petrol arama faaliyetlerinde bulunacağını açıklamasıyla yaşandı. Gerginlik karşılıklı suçlamalarla tırmanırken türkiye, Yunanistan’ın tartışmalı bölgelerde petrol aramasını önlemek için harekete geçeceğini açıkladı ve Piri Resi araştırma gemisini Ege denizine gönderdi. Bu gelişmelere paralel olarak her iki ülkede de silahlı kuvvetler alarma geçirildi ve sonunda, bunalımın giderilebilmesi için NATO ve AB ülkeleri ile ABD’nin yoğun çabaları gerekti. Yunan savaş uçaklarının Ege denizinde araştırma faaliyetlerini sürdüren Piri Reis’i taciz etmesi, iki ülke arasında sert protesto notalarına konu edildi.
Türkiye’nin, 26 Mart 1987 tarihinde, Ege’deki tartışmalı bölgede TPAO’ya petrol arama ruhsatı vermesi bunalımın artmasına yol açtı. Yunan Başbakan Papandreu, ülkesine ait olduğunu iddia ettiği kıta sahanlığı içerisinde Türk petrol arama gemisinin araştırma yapmasının engelleneceği ve “söz değil fiille” karşılık verileceği uyarısında bulundu.
Karşılıklı açıklamalardan sonra iki ülke arasında diplomatik girişimler hızlandı. NATO Genel Sekreteri Lord Carrington ve ABD diplomatik çevrelerinin çabalarıyla bunalım hafifletildi. Yunanistan tartışmalı sularda petrol aramaktan vazgeçtiğini diplomatik yoldan Türkiye’ye duyurdu ve Kuzey Ege petrol şirketinin “28 Mart tarihine kadar Tasoz adası doğusunda petrol çıkarmaya başlayacağına ililkin planlarını askıya aldığını” açıkladı.
Davos süreci içerisinde başlayan ikili iletişim ve görüşmeler ise, taraflar arasındaki sorunların çözümlenmesine yönelik olmaktan ziyade, iki ülke arasındaki güven ortamı ve doğrudan iletişimin yeniden kurularak geleceğe yönelik bir zeminin hazırlanmasını hedefiliyor. Bu bağlamda, kıta sahasına ilişkin uyuşmazlık konusunun daha uzun süre çözümlenemeyeceği söylenebilir.
Yunanistan, sorunun Uluslararası Adalet Divanı’na götürülerek çözümlenmesi önerisinde ısrar ederken Türkiye, ilke olarak bu fikre ılımlı yaklaşmakla birlikte, iki ülke arasında doğrudan görüşmeler yapılarak bir çözüme ulaşılmasını istiyor ve daha önce Divan’a gidilmesine karşı çıkıyor.
Bu gelişmeler çerçevesinde Yunaistan, kıta sahanlığına ilişkin beklentilerini, özellikle, ulusal karasularını 6 milden 12 mile çıkarma hakkını kullanabileceği bir ulusal/ uluslararası ortam beklentisi içerisine girmiş gözüküyor. Türkiye’nin böylesi bir kararı savaş nedeni olarak değerlendirmesi, Yunanistan’ın bu yöndeki çabalarını şu an için engelliyor.
Bununla birlikte, Aralık 1999′da gerçekleşen AB Helsinki Zirvesi’nde varılan mutabakat sonucu, Türkiye ile Yunanistan arasında Ege denizine ilişkin sorunların 2004 yılına kadar ikili görüşmeler yoluyla çözümlenmesi, çözümlenemediği takdirde Uluslararası Adalet Divanı’na götürülmesine ilişkin sürecin başlatılması kararlaştırılmıştı. İki ülkenin dışişleri müsteşarları, Mart 2002′den bu yana her ay düzenli bir şekilde bir araya gelip Egesorunlarını görüşüyorlar. Uyuşmazlık konularının 2004 sonuna kadar çözümlenmesine ilişkin girişimlerin sonuç verip vermeyeceği belirsiz ancak taraflar daha iyimser gözüküyorlar. Türkiye ile Yunanistan’ın bu “istiksafi”, yani “keşif amaçlı” görüşmeler sonunda, Ege sorunları üzerinde müzakerelere başlama kararı aldıklarını açıklamaları bile iki ülke ilişkilerinde çok önemli bir sıçramayı gösterecek.