İstanbul. Dünya’nın en büyük iki medeniyetinin başkenti Azeri yazarın dediği gibi dünya tek devlet olsa başkenti İstanbul olurdu. Sadece ismiyle bir roman, dünyada en fazla rengi içerisinde barındıran olabildiğince insancıl bir şehir. İstanbul’a daha iyi bir yaşam için gelen milyonlarca insan sayesinde Türkiye’nin en fazla göç alan şehri konumundadır. Bu göç alma nedenlerinin başında elbette Türkiye’de ki değerli tüm sanayinin ve önemli kuruluşlarının beyinlerinin İstanbul’da olmasıda etkili olmuştur.
Bir zaman önce bende İstanbul’un en fazla göç alan şehir olmasına katkıda bulunmuş ve 3 yılımı orada geçirmiştim. Sırasıyla Bahçelievler, Fatih ve Kadıköy‘ün oksijenlerinden yararlandım. İlk zamanlarda görebildiğim tek şey İnsan olan manzaralardı, ya da manzarası insan olan yerler. Elbette bir süre sonra İstanbulda yaşayanlar artık insanları görememeye başlıyorlar. İnsan hariç herşey orada dikkat çekiçi bir unsur oluverir.
Çok net hatırlarım Fatih Camisinin hemen alt caddesinde Mado yakınlarında bir kedinin miyav sesleri ve üstündeki allah rızası için süt parası yazısı. Kediden dilenci mi olur? İstanbulsa olur. İstanbulda aylarca Fatih Cami’nin hemen yanında yaşamama ragmen bir kere cami içerisine giremememde benim ayıbım oldu. Halbuki çoçukluğumda izlediğim TRT belgeselinde o cami içerisini izlemek bana ayrı bir zevk vermişti.
Zamanla alışılan şehirde artık biraz daha duyarsız biraz daha az insancıl olabilir insan. O Türkiye – Hırvatistan maçında devre arasında ki çalan mehteran marşının tüylerimi diken diken yapması hala aklımdadır. Aynı maçta Beyoglunda galip gelmenin vermiş olduğu o sevinç ile anlamlı anlamsız o beyoglu sokagını yukarı aşagı yapmaya başladık. Yüksek sesde 10. yıl marşı ve mehter marşı gibi çoşku doguran marşları sesleri arasında beyoğlu sokaklarında yer yatan bir adama gözlerim ilişmişti. Adam ya ölmüş ya da ölmek üzereydi. Yanından geçen yüzbinlerce insan yerde yatan adamın derdinin ne oldu hakkında kimse merakler içerisinde değildi. Daha da ilginç o genç grup bunu sloganlaştırıp yerde yatanın kim olduğunu bilmeden marşlar söylemekteydiler. “Arap Ölmüş, Ağrap Ölmüş, Ölmüş Ölmüş Arap Ölmüş” nakaratı tekrarlanıp gider. Elbette bu marşın iskelet yapısında o gençlerin mutluluguyla karışan cahillikleride bu konuda etki sahibiydi. Belkide o sırada o adam Azrail ile zahmetli bir ugraş içerisinde canını bedeninden çıkartmak için ugraşıyordu.
Bu kareler üzücü gibi olsada bunlar İstanbul’un kareleri. Dedigim gibi o İstanbul acısıyla tadlısıyla ve gariplikleri ile dünya’nın kuşkusuz en büyük ve güzel şehridir. O şehirde yaşayanlar kendilerini ayrıcalıklı hissetmektede çok haklılar.
Galatasaray şampiyonluğunda şirketin arabası ile çıktığımız yolda kutlayacak en güzel yerin Bebek olduğuna kanaat getirerek. Arabamızı bebek taraflarına çekmiştik. Sanırım İstanbul’un en güzel kızlarıda o semtte oturanlardan oluşuyor özellikle o bir tanesi var ki kurşun gibi bakışlara sahipti. Hafif sarhoş olmamızında vermiş olduğu etki ile sabahın ilk ışıklarına kadar şampiyonluğu kutlayıp unutulmaz anlarıda yaşamıştık.
Elbette hepimiz o gün Galatasaraylı değildik fakat mutlu olmak için mazarete veya bir renge sahip olmak gerekmez. Arkadaşlarımızdan diğer takıpları tutanlarda o gün İstanbulun sarı kırmızısını doya doya yaşamışlardı. Fakat beşiktaş taraflarında arabaya gelen bir yumurta bir anda tüm sarhoşluğumuzu alsa da tekrar sarhoş olması zor olmadı.
Taksim de ki o şişhane köprüsünü unutamam…
Fatih’in feth etmeden gördügü o İstanbul’u sadece o gün gördüm. Şişli’den bürodan hareketlenerek çıktığımız yolda Taksime ardından da soluk binaların hükmettiği soluk taksimi gördük ve ardından şişhane köprüsüne geldigimizde gerçek bir zevk yaşamaktaydım. O manzarayı insan hayatında çok ender yaşar ve ben sadece bir kere yaşayabildim. O an o manzaraya bakarak ölmek bile o manzarasız yaşamaktan daha zevkliydi. Şişhane köprüsünde demirlere tutunmuş İstanbul aşığı yazarları hissettim. Şiirlerini muhtemelen her birisi o civarda yazıyorlardı. Hiç bir şehir o kadar sarı olamazdı ve sonbahar şekle girseydi ancak o baktığım şişhane köprüsünde ki gibi olurdu.
Gezilecek yaşanacak o kadar şeyi İstanbul’un tamamını gezmek bir ömre yetmeyecektir. Hatıralarımda bundan yaklaşık 5-6 yıl önceki İstanbul’a gidişimde kuzenim ile birlikte neresi olduğunu tam hatırlıyamadığım bir yerden geçerken küçük bir türbenin ne olduğunu sormuştum. Sanırım türbeyi dizayn olarak “Ali Baba Türbesine” benzetmiştim. Tabi kuzenimde gayet İstanbullu yapısıyla o kadar görkemli yerleri gezdik hiç soru sormadın bu küçük türbeyi sordun demişti. İstanbul için gerçekten ilginç bir soruydu belki o türbe gibi onbinlercesi vardı o şehirde.
Eğer hala gece İstanbulda vapur yolculuğu yapmadıysanız mutlaka katılmalısınız. Sadece o vapur yolculukları için bile İstanbul’a gitmenizi tavsiye ederim.
İyi İstanbullar Tatilde.org